Edebiyat eleştirmenlerinin başlangıcını Homeros’a kadar dayandırdıkları fantastik edebiyat, başlarda tragedya, korku gibi dallarla anılsa da …
Edebiyat eleştirmenlerinin başlangıcını Homeros’a kadar dayandırdıkları fantastik edebiyat, başlarda tragedya, korku gibi dallarla anılsa da günümüzde artık gerek sinemada gerek müzik, resim gibi çeşitli sanat dallarında başlı başına edebiyatın bir türü olarak kabul edildi. Şüphesiz bunda en büyük etkenin 19. yüzyılın son yarım asrında yazılan fantastik edebiyat kitaplarının payı büyük. Hatta fantastik edebiyat ürünlerinin öncesinde 1926’da Oxford’da aynı tarihlerde eğitim alan C.S. Lewis ve Tolkien, ileride apayrı bir tür olacak fantastik edebiyatın tohumlarını atan iki önemli yazar olarak kabul edilir. Diğer bir ifadeyle C.S. Lewis’in Narnia Dünyası ve Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’ndeki Orta Dünya, kendisinden sonra yazılacak fantastik evrenlere ilham olacaktır. Bu önemli ikili yazarın ardından 1965’de Frank Herbert’in Dune kitabı, Margaret Weis ve Tracy Hickman ikilisinin yazdıkları, R.A. Salvatore’un “Unutulmuş Diyarlar” ve “Yıldız Savaşları” gibi eserler, hem fantastik türe ilgiyi arttırmış, hem de fantastik türün gelişimini sağlamışlardır.
GERÇEĞİ ANLAMANIN YOLU
Türkçeye İngilizceden aldığımız fantezi kelimesinin kökeni, Fransızcada görüntü, hayal, düş gibi anlamlara gelen phantasie’den gelmekte. Simülasyon kuramıyla tanınan Jean Baudrillard’ın “aşırı uyarılma” diye adlandırdığı günümüz dünyasında gerçekliğin ta kendisinin, kimi zaman bir hayalin üzerine inşa edildiği muhakkak. Bilincin dışında ona bağımlı olmaksızın var olduğu fenomenler dünyası, artık hayatımızın her evresinde karşımıza çıkıyor. Çocuklar ve genç yetişkinler için fantastik romanlar yazan Amerikalı yazar Lloyd Alexander çok haklı görünüyor şu söylediklerinde: “Fantastik edebiyat gerçekten bir kaçış gibi görünmemeli. Çünkü o, gerçeği anlamanın bir yoludur aslında.”
Hayalî karakterlerle meydana gelen olayların egemen olduğu ve olay örgülerini ise gerçek mekânlarda gerçekleştirmesiyle bilinen fantastik edebiyatın İtalya’daki önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Dino Buzzatti’nin, gençliğinde Kafka’dan çok etkilendiğini hissetmek pek güç değil. Öykülerinde kullandığı sembollerle sadece gizemli bir hava oluşturmayıp, okuyucuyu da o atmosferin içinde ışık arayan bir karaktere dönüştüren Buzzati, “Yaşlı Ormanın Gizemi”, Tatar Çölü” ve “Tanrı’yı Gören Köpek” ile fantastik edebiyat türünün kafkaesk denilebilecek örneklerini yazarak dikkatleri çekmiş bir yazar. Esma Fethiye Güçlü’nün güzel çevirisiyle Timaş Yayınları’ndan çıkan Buzzati’nin “Büyük Portre Büyük Sır” kitabı, Buzzati’nin büyülü dünyasını daha ayrıntılı anlamak için önemli bir yapıt. Eleştirmen Maurizio Vitta’nın deyimiyle kitap, Buzzati’nin edebi duyarlılığının gizli yollarını kullanarak anlamaya çalıştığı dünyaya ulaşma çabalarından biri.
BÜYÜK PORTREDEKİ SIR
Büyük Portre Büyük Sır, 1960 yılındaki ilk basımından sonra edebiyat çevrelerince gündeme gelmiş, Buzzati’nin sembollerin oluşturduğu gizemli havanın ardında okuyucunun arayıp da bulmasını istediği; varoluş psikolojisini teknolojinin etik sorularıyla karşılaştırdığı bir bilimkurgu eseri. Bu yönüyle bakıldığında, İtalya’da yapay zekâyı konu edinen ilk bilimkurgu eser olarak kabul edilen yapıt, bilinç, duygu ve düşünce üçgeninde insanoğlunun temel ihtiyacının ne olduğu sorusunun cevabını arıyor. Bir yanda insanın zihinsel ve fiziksel temel ihtiyacının ne olduğu sorusu etrafında dolaşırken, diğer yandan yapay zekânın bilinç transferinin mümkün olup olmadığını tartışıyor.
Buzzati, diğer yapıtlarında olduğu gibi bu kitabında da okuyucunun üstü kapalı bir şekilde de olsa soruların cevabını kendilerinin bulmasını bekliyor. Kitabın ana karakteri bir üniversitede elektronik profesörü olarak görev yapan Ermanno Ismani. Profesör, İtalya askeri biriminden bir teklif alıyor: Gizli ve tehlikeli bir teknoloji projesinin geliştirme ekibinde yer almak üzere gizli bir askerî üsse davet edilen profesörden hayatındaki her şeyi bırakıp belirsiz bir süre için bu üsse taşınarak çalışması bekleniyor. Elbette bu görev, Profesör Ismani’nin sadece kariyerini değil, hayatını da altüst edecek bu sırra ayak basıyor. Vitta’nın deyimiyle gizem bizi içine alan psikolojik bir koşuldur; Buzzati gizemi sürekli gündemde tutarak bizi psikolojik olarak da romanın gerilimli atmosferinden bir an olsun ayırmıyor ve insana özgü soruların sorulmasını sağlayarak öyküdeki olayların beklenmedik şekilde tersine dönmesiyle okuru şaşırtıyor.
Her insanın iç dünyasında kimseye açmadığı ve tutkularını, beklentilerini, umutlarını, arzularını, sevinçlerini ve üzüntülerini tüm karanlıklarıyla yönettiği psikolojik bir mekanizma bulunur. Buzzati’nin insan ruhu taşıyan yapay bir varlık yaratma fikri, karanlıkları hapsetmek için tuzaklar kurması, kaynağını bilimkurgudan alan animistik öğeleri kullanma becerisi bedeni makine olan bir kadının yavaş yavaş evrimleşme sürecine dönüştükçe aslında insanın hayattaki temel dürtülerinin, tutku ve arzularıyla nasıl bir savaş yaptığını daha net gözlemleyebiliyoruz. Bedeni makine olan bir kadının iç dünyasını tanıdıkça Buzzati’nin oraya bir ayna yerleştirdiğini, aynadaki ben ile karşılaştığımızı ve böylece kendi karanlıklarımızla başbaşa bırakıldığımızı fark ediyoruz. Buzzati, R. Bertacchini’nin deyimiyle varoluş psikolojisini temel alarak makineleri ve duyguları birleştiren böyle karmaşık bir icadın daha önce hiç bahsedilmemiş karanlık yönleriyle bize ayna tututor, kendi benliğimizi fark etmemizi sağlıyor.