İşte Bülent Güven’in “Şansölye Scholz nasıl bir siyasi performans sergiliyor?” başlıklı yazısı: 2021 yılının aralık ayında Angela Merkel’den …
İşte Bülent Güven’in “Şansölye Scholz nasıl bir siyasi performans sergiliyor?” başlıklı yazısı:
2021 yılının aralık ayında Angela Merkel’den görevi devralan Olaf Scholz’un şansölyeliği üzerine Almanya kamuoyunda yoğun tartışmalar cereyan etti. Bunun temel nedenlerinden biri de görevi teslim aldıktan sonra Ukrayna’da baş gösteren uluslararası krize karşı gösterdiği veya gösteremediği performanstı. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Scholz, İkinci Dünya Savaşından sonra 1949 yılında yeniden kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nin dokuzuncu şansölyesi unvanını taşımaktadır. Scholz öncesi görev yapmış sekiz şansölyeden yedisi (Georg Kiesinger (1966-69)’i hariç tutarsak) Almanya, Avrupa ve daha genel itibariyle dünya siyasetinde iz bırakarak görevlerini tamamlamışlardır. Örneğin, Şansölye Konrad Adenauer (1949-63) savaş sonrasında Federal Almanya’yı yeniden inşa ederek dış siyasette Almanya’nın bugüne kadar devam eden dış politika koordinatlarını belirlemiştir. Üç temel sacayağına sahip bu koordinatlardan birincisi Almanya’nın artık İngiltere ve Fransa gibi iki başat Avrupa devleti ile İkinci Dünya Savaşı’na neden olan rekabetini bir kenara bırakıp onlarla işbirliği halinde bugünkü Avrupa Birliği’nin temelinin atılması politikasıdır. İkinci sacayağı ise, yine İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan atmosferde Rusya’nın başını çektiği bloka karşı güvenliğini sağlayacak ABD’nin de içinde veya başında olduğu Kuzey Atlantik Paktına (yani NATO’ya) dahil olunması stratejisidir. Diğer bir bakış açısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan bu iki müttefikliği Batı’ya bağımlılık olarak da değerlendirmek mümkündür. Üçüncü sacayağı ise, Almanya’ya yeni dış politika felsefesini veren, kuruluş yılı 1871 yılından itibaren ilk Şansölye Bismarck döneminden itibaren uygulanan ve Birinci ve İkinci Dünya Savaşına yol açan agresif tutumunu kontrol etmek için kendini sınırlama (Selbstbeschränkung) siyasetinin uygulanmasıdır. Bu siyaset ile kastedilen komşulara karşı uyum ve işbirliği içinde emperyal bir gaye gütmeyen bir duruş sergilemektir. Gerçekten de Almanya, Soğuk Savaş dönemi sonrası yaşanan bazı istisnalar dışında bugüne kadar bu üç sacayağını dış politikasının temeli haline getirerek uygulamıştır.
AVRUPA’YI AŞAN ETKİ
Adenauer sonrası koltuğa gelen şansölyelerden Willy Brand (1969-74) Doğu Bloku ülkeleri ile işbirliği ekseninde yürüttüğü Doğu Siyaseti (ostpolitik) ile bu blokun 1989 yılında çökme nedenlerinden birini oluşturarak dış politikada Avrupa’yı aşan bir etkide bulunmuştur. Brand sonrası göreve gelen Helmut Schmidt (1974-82) dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing ile birlikte gelişmiş ülkeler arasında bir istişari organ olmanın ötesine geçen G7’yi kurmuştur. Schmidt’ten şansölyeliği devralan Helmut Kohl (1982-1998) ise başta Doğu ve Batı Almanya’nın birleşme süreci olmak üzere NATO ve AB’nin Avrupa’nın doğusunda bulunan eski Sovyet güdümündeki ülkelere doğru genişleme sürecinin önünü açarak Almanya ve Avrupa’yı dünya siyasetinde etkin bir aktör haline getirdi. Kohl’den sonra şansölye unvanına sahip olan Gerhard Schröder (1998-2005) ve Angela Merkel (2005-2021) de şansölyelikleri döneminde genelde dış politikada uyguladıkları başarılı politikalar nedeniyle itibar görmüşlerdir.
Bu tarihsel arka plan göz önüne alındığında, Almanya’nın yeni şansölyesi Olaf Scholz’un şimdiye kadar uyguladığı dış politika, onun siyasetçi kimliği ve gelecek dönemlerdeki muhtemel icraatları hakkında bize ne söylemektedir? Alman siyaset bilimcileri İkinci Dünya Savaş’ından sonra Almanya’da şansölyelik görevini yürüten kişileri üç ayrı tipolojiye ayırarak farklı başlıklar altında incelemişlerdir. Bunlardan ilkini parti şansölyesi (parteikanzler) tabiriyle kavramsallaştırma yoluna gitmişlerdir. Bu kavramsallaştırmaya göre şansölye olan kişi gücünü ve meşruiyetini parti içindeki karizması ve ilişkilerinden almaktadır. Bu tipolojiye en fazla uyan şansölyenin Helmuth Kohl olduğu söylenebilir. Kohl, kamuoyunda sevilen veya bilgi birikimi ile ön planda olan bir siyasetçi olmamasına rağmen, parti içindeki etkin gücünden dolayı şansölye seçilmiş ve bu görevini 14 yıl boyunca başarı ile yürütmüştür. İkinci tipoloji olarak kategorilendirilen grup ise halkın şansölyesi (volkskanzler) profilidir. Bu profil ile partide etkin bir güce sahip olmayan fakat halk tarafından ziyadesiyle itibar gördüğü için şansölye seçilen siyasetçiler kastedilmektedir. Ludwig Erhard (1963-66) ve Gerhard Schröder bunlara örnektir. İkisi de parti içinde nüfuz sahibi olmamalarına rağmen, halkın desteği sayesinde şansölye adayı olarak seçilmiş ve neticesinde parti genel başkanı olma görevini üstlenmişlerdir. Son tipoloji olarak ise devlet şansölyesi ya da devlet adamı (staatskanzler) olarak adlandırılan şansölye tipinden bahsetmekte yarar vardır. Bu kategoriye en fazla uyan şansölye ise Helmut Schmidt’dir. Schmidt, parti genel başkanı olmamasına rağmen becerisinden ve saygınlığından dolayı şansölye seçilmiş ve sahip olduğu bu profil ile iki seçim kazanarak 8 yıl boyunca şansölyelik görevini devam ettirmiştir. Şansölyeliği bıraktıktan sonra Schmidt toplum nezdindeki bu saygın konumunu sürdürmüş ve fikirlerine kamuoyu tarafından itibar gösterilerek ehemmiyet verilmiştir.
İNİSİYATİF ALMA BECERİSİ
Almanya’da şansölyelik profillerinin bu tasvirinden sonra, Scholz’un bu üç tipolojiden hangisine daha yakın olduğu hususunda daha tutarlı bir değerlendirmede bulunulabilir. Öncelikle Scholz’un parti kongrelerinde genellikle en düşük oyu alarak yönetime seçilmesi parti şansölyesi kategorisine dahil edilemeyeceğinin delili olarak görülebilir. Ayrıca şansölye seçilmeden bir buçuk yıl önce parti genel başkanlığına aday olmasına rağmen, kendisine duyulan tepkiden dolayı kamuoyu tarafından pek de tanınmayan iki kişiye karşı genel başkanlık yarışını kaybetmiştir. Diğer taraftan halkın gözünde karizmatik bir profil çizememesi, pek de güler yüzlü bir tabiata sahip olmaması ve hitabetindeki eksiklikler nedeniyle Scholz, halkın ziyadesiyle itibar gösterdiği bir kategori olan halkın şansölyesi tipolojisine de uymamaktadir. Nitekim aldığı oy ile de (yüzde 26) Almanya tarihinde en düşük oy oranı ile şansölye seçilen kişisi olmuştur. Bu durumda sorulması gereken nihai soru, Scholz’un devlet şansölyesi ya da devlet adamı (staatskanzler) tipolojisine uyup uymadığı sorusudur.
Helmut Schmidt örneğinden hareket edersek, Scholz’un bu tipolojiye uyup uymadığı hususunda net bir şey söylemek mümkün değildir. Helmut Schmidt muhtelif durum ve koşullarda inisiyatif alma becerisine sahip, belli bir karizmatik güce sahip, doğru olduğunu düşündüğü politikaları kamuoyundaki menfi veya müspet kanaatlere rağmen uygulayan ve özellikle ekonomi ve dış politika konusunda teknokratik anlamda ihtisas sahibi bir devlet adamıydı. Bu anlamda Scholz ile Schmidt’in şansölye profilleri birbirine birebir uymasa da, Scholz’un devlet şansölyesi tipolojisi kategorisinde değerlendirilmesi nispeten tutarlı görünmektedir. Kendisiyle yapılan sohbetlerden de anlaşılabileceği gibi Scholz siyasetçi kimliğinden önce iyi bir okur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendisi ile pek çok farklı konuda örneğin Alman İmparatorluğu’nun 19. yüzyıl Afganistan politikası üzerine ya da Türk modernleşme tarihi üzerine derin tartışmalar yapılabilir. Ayrıca güncel yayınları yakinen takip etmesi, hatta yayın sahiplerini davet ederek muhtelif hususlarda bilgi alışverişinde bulunması bilgiye verdiği değerin bir göstergesidir. Şansölyeliğin getirdiği görev ve sorumluluklara rağmen halen iyi bir okur olmaya devam etmesi bilgiye olan tutkusunun devam ettiğini yansıtmaktadır. Yakın çalışma arkadaşları, Scholz’un üzerine çalıştığı konulara ait dosyaları bizzat detaylı şekilde incelediğini ve muhtelif ikincil kaynakları da değerlendirmeye alarak konunun uzmanlarıyla birlikte mütalaa yürüttüğünü belirtmektedirler.
Bütün bunlara rağmen Scholz’da eleştiriye tabi tutulacak husus yukarıda bahsi geçen hasletleri ve bunlara sahip devlet adamı profilini kamuoyuna yansıtmadaki yetersizliğidir. Kendisine yöneltilen sorulara daha net cevaplar verebilmesi, siyasetini vurgulu ve etkili bir şekilde izah edebilmesi bu derece donanım sahibi ve birikimli bir siyasetçiden beklenir bir özelliktir. Fakat Scholz’un verdiği röportajları okuduğunuzda veya yaptığı konuşmaları dinlediğinizde etkilenmenin ötesinde sözlerinin ulaşmak istediği anlam konusunda fikir yürütmek gerekmektedir. Kendisine yöneltilen sorulara muğlak cevaplar vermesi, çoğu zaman net bir pozisyon belirtmemesi ya da kısa yanıtlar vermeyi uygun görmesi bu tarzının bir yansımasıdır. Bu durumun muhtemel nedeninin geçmişte parti genel sekreterliği görevini yürüttüğü müddetçe medya tarafından eleştiri odağı haline gelmesi ve sözlerinin bağlamından koparılarak yanlış anlaşılmalara neden olacak şekilde yansıtılmasından kaynaklanan kötü tecrübeler olduğu söylenebilir. Scholz ile röportaj yapan gazeteci Markus Lanz kendisiyle olan tecrübesini şu şekilde aktarmaktadır: “Scholz şimdiye kadar röportaj yapmakta en zorlandığım kişi oldu. Bende oluşan hissiyat, sanki Scholz’un iki beyninin olduğu ve beyninin birisinin benim verdigim soruları mütalaa ederek cevaplarken diğerinin ise onun verdiği cevapları denetlediğidir.”
İHTİYATLI YAKLAŞIM
Scholz’un bu ihtiyatlı ve kontrolcü tarzının yaptığı konuşmalara yansımasını pek çok defa gözlemleme imkanı olmuştur. Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesinden bir hafta sonra parlamentoda Almanya’nın güvenlik politikasında bir paradigma değişikliğine gittiğini içeren konuşması bu tarzının tipik bir örneğini oluşturmuştur. Almanya’nın Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra askeri alandaki harcamalarını sistemli olarak azaltarak ordusunu küçültme yoluna gittiği bilinmektedir. Ukrayna Savaşı sonrası Scholz, yıllık askeri harcamaların bundan sonra düzenli olarak artacağını ve bir sefere mahsus ayrılacak 100 milyar Euro’luk bir fon ile de ağır silahlar alınacağını belirttiği konuşmasını yaparken sanki bir üniversite hocasının ders anlatış tarzıyla meclise hitap etmiştir. Bu önemli kararı açıklarken vurgusuz bir üslup kullanması ve ses tonunu da bu paradigma değişikliğini yansıtacak bir tonda ayarlamayı tercih etmemesi Scholz’un yukarıda bahsi geçen tarzına uygun davranışlar olarak görülebilir. Oysa devlet adamları veya sorumluluk taşıyan kişilerin bu tür durumlarda bazen sembolik cümleler veya tavırlar gösterebilmesi beklenir. 2008 Dünya Finans Krizi sırasında dönemin Avrupa Birliği Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi’nin “Whatever it takes” cümlesini kurarak neye mal olursa olsun Euro’yu kurtaracağını söylemesi ve Euro krizinin önüne geçilmesi bunu tipik bir göstergesidir. Scholz, bu tür cümleler kurmaya müsait pek çok durumla karşılaşmış olsa da şimdiye dek bu tarz bir üsluptan uzak durmuştur.
Scholz’un yukarıda bahsedilen bu ihtiyatlı ve kontrolcü tarzı hem nüfus hem de ekonomik açıdan Avrupa’nın en büyük ülkesi olan Almanya’nın dış politikasına da yansımaktadır. Almanya’nın 20.yüzyıl geçmişinden dolayı Alman siyasetçiler genellikle dış politikada itidalli ve yanlış anlamalara yol açacak söylemlerden kaçınan bir üslup kullanmayı tercih etmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı’nın üstünden geçen 77 yılda Almanya, kendi tarihiyle yüzleşme yolunu seçerek izlediği politikalarla artık kuşku ile bakılan bir ülke olmaktan çıkmıştır. Artık hem Avrupa ülkeleri, hem ABD hem de Avrupa’nın çemberinde bulunan ülkeler Almanya’dan daha aktif inisiyatif alacağı bir liderlik beklemektedirler. Scholz’dan önce görev yapmış iki şansölye Schröder ve Merkel, belli hassasiyetleri gözeterek bu liderliği gösterebiliyorlardı. Fakat Scholz, gerek AB zirveleri, gerekse Nato zirvesi sonrası yaptığı açıklamalarda kendi özüne sadık kalarak ihtiyatlı, kontrollü ve vurgulardan uzak tarzını devam ettirmiş, sürekli bir adım geride durduğu izlenimiyle beklenen liderliği yerine getirmekten uzak bir tutum sergilemiştir. Bu tarzı ile Almanya’nın artık daha aktif bir dış politika izlemesi gerektiği hususunda kendi aralarında mutabakat sağlamış Alman entelijansıyası tarafından da eleştirilmektedir.
Kendisine yöneltilen bu eleştirilerden pek de etkilenmemiş izlenimi veren Scholz’un, sahip olduğu donanım ve bilgi birikiminin kendisine sağlamış olduğu güvenle bilhassa dış politika hususundaki eleştiri ve sorulara kimi zaman üstenci bir üslupla cevap verdiği görülmektedir. Tüm bunlar neticesinde Scholz’u şimdiye kadar ortaya koymuş olduğu profil ile ihtiyatlı, teknokrat ve sembollerden uzak bir şansölye olarak tasvir etmek mümkün görünmektedir. Yine de Scholz ile ilgili nihai bir kanaat belirtmek için henüz erken olduğu, eski bir deyişle tacın kişiyi hem akıllandırma hem de değiştirme işlevi olduğunu akılda tutmakta yarar vardır. Scholz’un öğrenmeye açık tabiatı ve siyasi tarzı ile süreç içinde değişerek tarihte devlet adamı şansölyesi kategorisinde yerini alma ihtimali bir hayli yüksektir.
TÜRKİYE İLE İLİŞKİLER
Sonuç olarak, Scholz’un yukarıda detaylı şekilde verilen bu siyasi tarzının Türkiye ile kurulan ilişkilerde de etkili olacağını düşünmeyi tutarlı bulduğumu belirtmek istiyorum. Şansölye seçildikten sonra Türkiye’yi ziyaret etmesine rağmen, Almanya’nın Türkiye siyasetinde Merkel dönemine kıyasla şu ana kadar değişiklik olmadığı görülmektedir. Türklere karşı olumlu bir bakışa sahip olan Scholz’un Hamburg’da ikamet ettiği sürede Türklerle yakın temasta olduğunun, örneğin evinin yakınında bulunan Trabzonlular derneğine çay içmeye gittiğinin, partinin yakınında bulunan Merkez Camii’nin kantininde öğle yemeği yiyecek kadar Türklere yakın olmaya çalıştığının altı çizilmelidir. Fakat sol bir gelenekten gelen Scholz’un Türkiye devletine karşı bakışının Türkiye’deki muhalif sol gruplara yakın bir seyir izlemekte olduğunu belirtmek gerekir. Scholz’un en az sekiz yıl daha şansölyelik görevini yürüteceği varsayımından yola çıkarsak Türkiye ile uygun bir dış politika mekanizması geliştirilmesinin gerekliliği ortadadır. Almanya Scholz döneminde kendisi için önem ifade eden ABD, Rusya gibi ülkelere yönelik özel temsilci atayarak resmi diplomatik kanalların dışında sessiz diplomasi yürütmeye çalışmaktadır. Bu göz önüne alındığında Almanya’nın Türkiye için en önemli ülkelerden biri olduğu düşünülürse, Almanya’ya Scholz döneminde Türkiye tarafından özel temsilcisi atanması Almanya ile olan ilişkilerin iki dost ülke seviyesinde yürütülebilmesi açısından önemli görülmektedir. Zira bu, Scholz’un siyaset yapma tarzına oldukça uygundur.