Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, “Türkiye’nin savunması denizlerdedir” başlıklı yazısında Türkiye’nin …
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, “Türkiye’nin savunması denizlerdedir” başlıklı yazısında Türkiye’nin yeni güvenlik doktrinine ilişkin önemli değerlendirmelerde bulundu.
“Türkiye kıyılarına 2 kilometre ve 10 kilometre uzaklıktaki adaları silahlarla donatmak rasyonel bir davranış olmadığı gibi 1923 Lozan ve 1947 Paris Antlaşmaları’na aykırıdır.” diyen Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, “Türkiye kuşatılıp kolayca ele geçirilecek bir ülke midir? Elbette değil.” diyerek şunları söyledi:
“Yunanistan’a 1200 zırhlı aracı hibe edip Türkiye’nin egemenlik haklarını tehdit etmeye sevk eden uzun zamandır uluslararası sistemin tek başat gücü rolüne soyunan ABD deniz alanlarında yeni bir aktör istemiyor. Bu yüzden Yunanistan devreye sokulmuştur.
Türkiye’nin savunması çevresindeki denizlerden başlar. Türk kıyılarına yakın adaların hangi gerekçeyle olursa olsun silahlandırılması Anadolu ve Trakya’nın güvenliğini tehdit eden art niyetli yaklaşımlardır.
15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarma yapan Yunanistan 9 Eylül 1922’de İzmir’den denize dökülmüştür.
ABD Başkanı W. Wilson ve İngilizlerin desteğini arkasına alarak Anadolu’yu işgale yeltenen Yunanistan tarihinin en büyük yenilgisini alarak canını zor kurtardı.
Bugün Yunanistan aynı yanlışları tekrarlamak istemiyorsa tarihi hatırlamasının tam zamanıdır.”
DENİZLERİN ÖNEMİ VE MAVİ VATAN!
“İki yarımadadan oluşan Türkiye’nin kara parçalarındaki kıyıları denizlerle çevrilidir. Trakya ile Anadolu yarımadasını birbirine bağlayan Marmara bir iç denizdir. Marmara Denizi, Karadeniz, Adalar Denizi ve Akdeniz’i birbirine bağlar.” diyen Kızıltoprak, Mavi Vatan’a ilişkin şu açıklamalarda bulundu:
“Karadeniz, Adalar Denizi ve Akdeniz’deki egemenlik alanları özellikle II. Dünya Savaşı’ndan itibaren tartışmalı hale geldi.
Birinci Dünya Savaşı’nı başlatıp Türkiye’yi petrol sahaları dışında tutmayı başaran güçler denizlerin önem kazandığını gördükleri andan itibaren Türklerin deniz yetki alanlarındaki haklarını kullanmasına engel olmaya başladılar. Uluslararası deniz hukukuna göre Türkiye’yi saran denizlerdeki karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) sınırları vatan sınırlarıdır. Bu kıyılardan MEB’ye kadar uzanan sınırlar deniz vatan sınırlarına mavi vatan da denir. Deniz sınırları hava sınırları ile irtibatlı olduğu için her iki alanın hakim rengi olan mavi renk dolayısıyla mavi vatan kavramı anlamlı olmaktadır.”
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, “Bu vatanın yüzeyi, su dibi, su dibinin altındaki kara kütlesi ve bu alanın bütünüyle su kütlesi mavi vatandır.” ifadelerini kullandı.
“Bu vatan da bizim ana vatanımızın mütemmim bir cüzüdür.” diyen Kızıltoprak, Mavi Vatan’ın da vatanın deniz parçası olduğunu vurgulayarak, “Deniz vatanın büyüklüğü 462 bin kilometrekaredir. 783 bin kilometrekarelik kara vatanın yaklaşık beşte üçüdür. Yani Türkiye’nin yüzölçümü 1 milyon 245 bin kilometrekaredir.
Çöllere deniz tanımı yapılır hatta çöl denizi tabiri kullanılır. Bunun manası üzerinde kalıcı bir yerleşim kurulamayan değersiz topraklardır. Ancak bu topraklar çölün gemileri hükmündeki develerle ulaşımın sağlandığı yerler olduğundan kervan ticaretinin hüküm sürdüğü çağlarda çok kıymetli idi. Devletler çöl de olsa egemenlik haklarını korumaya dikkat etti. Petrol rezervleri çöllük alanlarda tespit edildiğinde söz konusu yaklaşımın değeri daha iyi anlaşıldı. Denizler de son 70 yılda meydana gelen gelişmelere kadar coğrafi keşiflerin yapıldığı, ulaşım, balıkçılık ve diğer denizcilik faaliyetleriyle öne çıkmaktaydı.
Son yıllarda denizler insanların dikkatini daha fazla çekmeye başladı. Denizler daha iyi bir yaşam umudu taşıyan göçmenlerin Afrika ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya illegal yollarla ulaşmanın ana güzergahlarından biri oldu.
Bunun yanında iklim değişikliğinin getirdiği sonuçlar sebebiyle kuzey kutbunda eriyen buzlar burada gemi taşımacılığını kolaylaştırmaya başladı.
Çin Denizi’nden kalkan gemiler güney yarımküre yönünde hareket etmeye alternatif olarak kuzeye doğru yönelerek Baltık Denizi’ne ulaşmaya başladı.
Devasa buz kütlelerini yara yara gidebilen yeni teknolojideki gemiler yılın büyük bir kısmında güvenli bir şekilde seyahat etme fırsatını bulmaya başladı. Böylece sayısız faktörün etkisiyle denizlerin önemi gittikçe arttı ve buna bağlı olarak devletlerin deniz politikası tamamen değişti.”
DEVLET OLMANIN TEMEL ŞARTLARINDAN BİRİ: DENİZE KIYISI OLMAK!
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, “Öte yandan, tarih boyunca devlet olmanın en temel şartlarından biri denize kıyısı olan topraklarda egemenlik kurmak olarak görüldü.” diyerek, “Denize kıyısı olan her devlet bir anlamda mavi vatan sahibidir. Jeopolitik yayılma teorilerinde denizlere hâkim olmak en başta gelir. Denizler bu bakımdan tarih boyunca önemli oldu.” açıklamasında bulundu.
Kızıltoprak, özellikle coğrafi keşiflerin başlamasıyla tetiklenen sömürgecilik rekabetinde denizci devlet olmanın, güçlü donanma kurmanın ve savaş kaçınılmaz olduğunda denizlerde savaşarak ana ülke topraklarına savaşın yıkıcılığını yansıtmamanın stratejik davranışların başında geldiğini vurgulayarak şunları söyledi:
“Sanayi devrimi ile hammadde kaynaklarına ve dünya pazarlarına ulaşma noktasında denizler daha önemli hale geldi. Büyük savaşlar, 1853-6 Kırım Savaşı ardından Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda görüldüğü gibi denizlerdeki cephelerde cereyan etti.
Ateşkes anlaşmaları limanlarda veya donanmaya bağlı gemilerde imzalandı. Birinci Dünya savaşı ile denizaltılar savaşlarda etkili olmaya başlayınca deniz yüzeyinin altı önem kazanmaya başladı.
Balıkçılık faaliyetleri gelişen teknoloji ile artınca deniz canlılarını barındıran su kütlesi ayrı bir değer kazandı. Diğer taraftan 1947’de deniz dibinden ilk kez petrol çıkarıldı. Bu tecrübe başka değerli madenlerin de araştırılmasını sağladı. 1969’da Norveç Kuzey Denizi’nde çok zengin petrol kaynaklarını keşfedince denizlere hakim olma arzusu bambaşka bir boyut kazandı.
Artık devletler deniz alanlarındaki egemenliklerinin sınırlarını tayin etmeye başladı. Deniz alanlarındaki hakimiyet yarışında kıta sahanlığı kavramına ilaveten 1982’den sonra Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kavramı da eklendi.
Dünya kamuoyu İngiltere ile Arjantin Nisan 1982’de Falkland Savaşı, Aralık 1995-Ocak 1996 Türkiye ile Yunanistan arasındaki Kardak Krizi, Temmuz 2002’de İspanya ile Fas arasındaki Perejil (Maydanoz) Kayalığı krizi, 2012’de Japonya ile Çin arasındaki Japonların Senkaku Çinlilerin Diayou Adaları dediği bölgede çıkan kriz deniz alanlarında dünyada yaşanan mücadele sahalarından oldu.
Söz konusu küçük kayalıklar yüzünden çıkan krizler esasında deniz diplerinde bulunan değerli hammadde kaynakları sebebiyle çıktı.
Günümüzde dünyada kullanılan petrolün üçte biri, doğalgazın ise yarıdan fazlası denizlerden çıkarılıyor.”
TÜRKLERİN DENİZLERDEKİ MÜCADELESİ
Kızıltoprak, “Türkler Adalar Denizi’ndeki adalar üzerinde 1081 yılında Çaka Bey’in İzmir ve yakınındaki adalarda hakimiyet kurmasından itibaren hak sahibi olmaya başladı.” diyerek Türklerin denizlerdeki mücadelesini şöyle anlattı:
“Türklerin adaları birer birer kendi egemenliği altına alması büyük mücadeleler neticesinde oldu. Türkler adaları ele geçirirken muhatabı bugün İtalya içinde yer alan birer kent devleti hükmünde ama güçlü denizci devletler olan Venedik ve Ceneviz’dir.
Türk fetihleri başladığında Adalar Denizi’ndeki adaların hemen hepsinde Bizans zaten hâkim güç değildi.
Bu bakımdan Yunanistan’ın adalar üzerindeki varlığı bağımsız olduğu 1830’dan sonraya dayanır. Adalarda yaşayan halkları da sadece Yunan olarak görmek de hatalıdır.
Mesela Girit bambaşka bir tarihe sahiptir. Girit uygarlığı Akdeniz içinde kendine özgü özellikler taşır. Ancak ada 1913’te Yunanistan’ın bir parçası olduktan sonra başlayan zorunlu göçler ve Mübadele ile nüfus kompozisyonu tamamen değişmiş ve Yunanlaşmıştır.
Türkler adaları Yunan’dan almasa da Yunanistan’a terk etmek zorunda kalmıştır.
Yunanistan’a Türkler tarafından terk edilen adaların egemenlik devri iki ayrı süreçte olmuştur. İlk olarak, Yunanistan’ın bağımsızlığının kabul edildiği 24 Nisan 1830 ile Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz 1923 arasında Atina’ya bırakılan adalardır.
İkinci olarak, 10 Şubat 1947 Paris İtalyan Barış Antlaşmasıyla idaresi Atina’ya verilen adalardır ki bunlar Türkler tarafından Menteşe Adaları, literatürde Güney Sporad Adaları ve Oniki Adalar olarak da anılır.
Aydın Dağları’nın devamı gibi duran bu adalar grubunda yirmiden fazla ada ile çok sayıda adacık ve kayalık yer alır. 1522 yılında Kanuni’nin fethettiği Rodos adası Menteşe Adalarının en büyük ve stratejik bakımdan önemlisidir. 1912 yılında Türk egemenliğinden çıkarak İtalyanlara geçmiş 1947’de ise Oniki Ada içinde Yunanistan’a verilmiştir.
Yunanistan’a bırakılan bu adalar Türkiye’nin güvenlik endişelerini gidermek için gayri askeri statüde tutmak yani silahsızlık şartına bağlı kılınmıştır.
Meis Adası da Oniki Ada’yla birlikte 1947’de Yunanistan’a bırakıldı. Bu bakımdan Yunanistan’ın Midilli, Sisam ve Meis’de zırhlı araçlar tutması uluslararası hukuka aykırıdır.
Bu tutum elbette karşılık bulacaktır. Karşılık verme zamanı geldiğinde her türlü tepki sahada aşama aşama görülecektir.
ADALAR DENİZİ’NDEKİ SORUNLAR
Adalar Denizi’ndeki sorunların temelinde Yunanistan’ın uzlaşmadan uzak, hakkaniyet ve adalet ölçülerini aşan tutumu bulunmaktadır.
Yunanistan’ın maksimalist tutumu yüzünden iki ülke arasında bir deniz sınırı çizilememiştir. Bundan kaynaklanan başlıca sorunlar şunlardır:
a. Egemenliği devredilmeyen ada, adacık ve kayalıklar,
b. Aidiyeti belirsiz gri bölgeler,
c. Yunanistan’ın silahsızlaştırılması çeşitli antlaşmalarla kayıt altına alınan adaları silahlandırması,
d. Lozan’da tespit edilen 3 millik kara suları alanını Yunanistan’ın 12 mile çıkarma girişimi,
e. Kıta sahanlığı alanı konusunda adaları ana kara parçası gibi gören Yunanistan’ın uluslararası deniz hukukuna (mesela İngiltere ile Fransa arasında Manş Denizi’ndeki adaların kıta sahanlığı konusunda Fransa’nın savunduğu tezler Türk tezleri gibidir) aykırı taleplerde bulunması ve
f. Kıta sahanlığı sorununda Yunanistan gündeme getirdiği iddialarının benzerlerini hava sahası alanı ve FIR hattı konusunda da yapmaktadır.
TÜRK DİPLOMASİSİNİN 5 BAŞARISI
Lozan Antlaşması sonrasında Türkiye’nin Mavi Vatan sularındaki haklarını güvence altına almasında Türk dış politikasının beş başarılı girişimi önemlidir.
1936 Montrö Antlaşması, 1809 sonrası Türk egemenliğini güçlendiren en kapsamlı ve başarılı anlaşmadır.
Böylece İskenderun Körfezini denetimi altına alan Türkiye Doğu Akdeniz’deki varlığını güçlendirmiştir.
Kıbrıs Barış Harekatı’nın sonuçlarından biri de Türkiye’nin deniz ve hava egemenlik alanına sahip çıkmasının ne denli önemli olduğudur.
Montrö Antlaşması Karadeniz’e giriş ve çıkışların kontrolünü Türk egemenliğine bırakırken KEİ de Türkiye’nin Karadeniz’de mavi vatan sınırlarını belirleyen bir zemin olmuştur.
Bu sayede Karadeniz’e kıyıdaş ülkeler arasında münhasır ekonomik bölgeler (MEB) tespit edilmiş ve Türkiye petrol ve doğalgaz araştırmaları yaparak burada başarılı netice almıştır.
“TÜRKİYE’NİN TEZLERİ BÖLGE ÜLKELERİNİN DE ÇIKARINADIR”
“Türkiye açısından, Akdeniz, Karadeniz, Marmara ve Boğazların güvenliği Adalar Denizi’ne bağlıdır. Adalar Denizi sahasındaki ada, adacık ve kayalıklar büyük ölçüde Yunanistan’ın egemenliği altındadır.” diyen Kızıltoprak, “Antlaşmalarla Yunanistan’ın egemenliğine bırakılan adalarda Türkiye’nin bir talebi yoktur. Türkiye Adalar denizine kıyıdaş bir ülke olarak haklarını korumak istemektedir.” dedi.
Kızıltoprak, “Türkiye ve Yunanistan Adalar Denizi’ne kıyıdaş iki ülke olarak denizi ortaklaşa kullanmaları doğal bir haktır.” değerlendirmesinde bulunarak, şunları söyledi:
“Adalar Denizi’ndeki adaların çoğunun sahibi Yunanistan olduğu için denizin tamamına yakınını kullanma hakkına da sahip olması beklenemez.
Adalar denizinde mevcut sorunlar fiili durum oluşturmaya çalışan Yunanistan’dan kaynaklanmaktadır.
Türkiye’nin dış politika aktörlerinin kullandığı özenli dil Yunanistan sözcüleri tarafından tehdit dili diye suçlanırken silahsızlaştırma koşuluyla devraldıkları adaları zırhlı araçlarla doldurmalarını izah edemiyorlar.
Türkiye ana karası kıyılarının 2 ve 10 kilometre uzaklığındaki adaları silah deposuna çevirmek akıllıca bir savunma yöntemi değildir.
Bu fiili durum açıkça saldırganca bir tutum takınmaktır. Türkiye’nin savunma doktrini denizden gelecek tehditlere karşı yeniden kurgulanmak mecburiyetindedir.
Zira denizden gelen bu tür tehlikeli haberler Türkiye’yi tehdit altına sokmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin ulaşım, denizcilik ve balıkçılık faaliyetlerini kısıtlamaktadır.
Yunanistan egemenlik alanlarını genişletmek ve yeni deniz ve toprak alanları elde etmek arzusunda olduğunu gösteriyor.
Öteden beri, Yunanistan batı dünyasında kendi tezlerine bulduğu destekle Türkiye’yi kendi karasularına ve kendi sahillerine neredeyse hapsetmeye çalışmaktadır.
Türkiye bu baskılara boyun eğecek bir ülke olmadığı gibi güvenliğini ve uluslararası hukuka dayanan haklarını korumak noktasındadır.
Bu bağlamda deniz, hava ve kara gücüne takviyeler yapılması kaçınılmaz bir durumdur.“
“ADİL ÇÖZÜM BULMAK MÜMKÜNDÜR”
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, sonuç olarak şu açıklamalarda bulundu:
“Ege/Adalar denizinin coğrafi konumu, jeomorfolojik yapıları, tarihi, iktisadi, hukuki ve siyasi gelişmeleri baz alınarak sorunlara adil bir çözüm bulmak mümkündür.
Bu bağlamda, Yunanistan Adalar Denizi’ni kendine ait bir iç deniz gibi değerlendirmekten vazgeçmelidir. Türkiye’nin savunduğu tezler uluslararası hukuka uygun olduğu gibi Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin de çıkarınadır.
Ayrıca, deniz ticareti alanında bu rotayı kullanan dünyadaki tüm şirketlerin de çıkarınadır.
Adalar Denizi tüm uluslar için bir barış denizi olacaksa bunun temel şartı; Yunanistan’ın bu denizi iç deniz olarak görmeyip Türkiye’nin kıyıdaş ülke olmaktan kaynaklanan temel haklarını kullanmasını doğal bir hak kabul etmesidir.
Eğer Ege/Adalar denizindeki Yunanistan’ın bu yayılmacı tutumu sürerse Türkiye’nin kıyıları tehdit altında olacaktır.
Ama Adalar denizi yoluyla ticaret yapan tüm ülkeler Yunanistan’ın deniz sahasında yarattığı fiili durumlar nedeniyle ulaşım şartları zorlaşacak ve lojistik masrafları artacaktır.
Karadeniz’den Adalar Denizi’ne ve Akdeniz’den Adalar Denizi’ne giriş-çıkış noktasındaki deniz ticareti güzergahında sadece Türkiye için değil tüm ülkeler için yeni sorunlar ortaya çıkacaktır.”