Türk tarihinin binlerce yıllık geçmişi boyunca pek çok farklı yazar ve şair tarafından unutulmaz eserler söylenmiş ve yazılmıştır. Zaman içinde …
Türk tarihinin binlerce yıllık geçmişi boyunca pek çok farklı yazar ve şair tarafından unutulmaz eserler söylenmiş ve yazılmıştır. Zaman içinde doğu ve batı kültüründen de etkilenen Türk edebiyatında bazı eserler adını altın harflerle yazdırmayı başarmıştır. Bunlardan bir tanesi de Makber şiiridir. Pek çok kişiye göre Makber şiiri, acıyı ve ölümü en iyi anlatan eserlerden biridir.
Şiir herkes tarafından bilinmesine rağmen pek çok kişi Makber kimin eseri bilmez. Edebiyatımızda Şair’i Azam sıfatıyla anılan Abdülhak Hamit Tarhan tarafından kaleme alınmış olan Makber şiirinin kendi büyüleyici anlatımının dışında hikayesi de edebiyat tarihimizin en ilgi çeken öykülerinden biridir. Gelin Makber şiirini ve bu şiiri kaleme alan usta şairi biraz daha yakından tanıyalım.
Makber kimin eseri? Tanıyalım:
Makber şiirini kaleme alan diplomat, şair ve oyun yazarımız Abdülhak Hamit Tarhan, 2 Ocak 1852 ile 12 Nisan 1937 tarihlerinde arasında yaşamış ve Türk edebiyatına sayısız eser vermiştir. Köklü bir aileden gelen Tarhan, diplomat olması nedeniyle hayatı boyunca dünyanın pek çok farklı ülkesindeki konsolosluklarda görev almıştır.
Üç dönem İstanbul milletvekili de olan Şair’i Azam sıfatıyla anılan Abdülhak Hamit Tarhan, görevli olduğu yıllar boyunca hem doğu hem de batı edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Sayısız şiir ve tiyatro oyunu kaleme almasına rağmen Avrupai Türk Şiiri akımını başlattığı Makber şiiri en bilinen eseridir.
Makber ne anlatıyor, Abdülhak Hamit Tarhan Makber’i neden yazdı?
Pek çok kişiye göre Türk ve dünya edebiyatında ölümü ve acıyı en iyi anlatan eserlerden biri olarak kabul edilen Makber şiiri, Abdülhak Hamit Tarhan ilk eşi Fatıma Hanım’ı kaybettikten sonra kaleme alınmıştır. Abdülhak Hamit Tarhan ve eşi Fatıma Hanım’ın tanışma ve birlikte olma hikayeleri de bir o kadar romantiktir.
Abdülhak Hamit Tarhan kolay kolay kimseyi beğenmez ancak Fatıma Hanım’a görür görmez tutulur. Öyle ki hemen evlenirler. Hatıralarında sık sık Fatıma Hanım’ı gözünden bile sakındığını söyleyen Tarhan, hayallerindeki aşkı yaşamaktadır. Farklı ülkelerdeki görevleri nedeniyle pek çok kez ayrı düşseler de aklı hep eşindedir.
1883 yılında Fatıma Hanım’ın verem olduğunu öğrenirler. Hep birlikte Tarhan’ın görev aldığı Bombay’a giderler. Buranın havasının Fatıma Hanım’a iyi geleceği düşünülür. Abdülhak Hamit Tarhan Bombay’da pek çok eser kaleme alır ancak eşinin durumu beklendiğinden daha kötü hale gelmiştir.
1885 yılında aile toparlanarak İstanbul’a dönmeye karar verir. Beyrut Valisi Nasuhi Bey’in konağında yolculuğa mola verdikleri sırada Fatıma Hanım hayatını kaybeder. Abdülhak Hamit Tarhan 40 gün boyunca Beyrut’ta kalır her gün yas içinde eşinin mezarına gider. Makber şiiri de bu süreçte yazılmıştır.
Abdülhak Hamit Tarhan, gerçekten eşinin cenazesinde tanıştığı kadınla mı evlendi?
Gelelim biraz da olayın dedikodu yönüne. Abdülhak Hamit Tarhan her zaman çapkın biri olarak anılmıştır. Fatıma Hanım’ı ne kadar sevse de görevli olduğu ülkelerde bazı cevizler kırdığından bahsedilir. Hatta eşine yazdığı Makber şiirini samimi bulmayanlar vardır çünkü iddiaya göre şair, eşinin cenazesinde tanıştığı bir kadınla evlenmiştir. Peki, bu hikaye doğru mu?
Fatıma Hanım’ın ölümünden hemen sonra Abdülhak Hamit Tarhan’ın adının anıldığı iki İngiliz hanım vardır; Nelly Clower ve Lady Florence Gors. İddiaya göre bu iki hanımdan biriyle eşinin cenazesinde tanışmış ve aşık olmuş olabilir. Diğer bir iddiaya göre ise bu iki hanımla görev yapmak için gittiği Londra’da tanışmıştır. Resmi kayıtlara baktığımız zaman 1890 yılında Nelly Clower ile evlendiğini görüyoruz.
Açıkçası Makber şiirini yazan bir insanın daha eşinin kırkı çıkmadan başka birine aşık olması pek kolay görünmüyor. Ancak hayat devam ediyor. Elbette Abdülhak Hamit Tarhan yeniden aşık olmuş ve iki defa daha evlenmiştir. Fakat kalbini açıp bakamayız. Makber şiirini okuyun ve kendi kararınızı verin.
Makber şiiri:
Eyvah!. Ne yer, ne yar kaldı,
Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim, o hâksar kaldı,
Bir gûşede târmâr kaldı;
Bâki o enis-i dilden, eyvâh!.
Beyrut’ta bir mezar kaldı.
Nerde arayım o dilrübâyı?..
Kimden sorayım o bi-nevâyı?..
Bildir bana nerde, nerde Yarab?…
Kim attı beni bu derde Yarab?..
Derler ki: “Unut o âşinâyı,
Gitti tutarak rehli bekayı… “
Sığsın mı hayale bu hakikat? ..
Görsün mü gözüm bu mâcerâyı? ..
Süratle nasıl değişti hâlim?.
Almaz bunu, havsalam, hayalim.
Bir şey görürüm, mezâra benzer,
Baktıkça alır, o yâra benzer.
Şeklerle güzâr eder leyâlim,
Artar yine mâtemim, melâlim,
Bir sadme-i inkılâbdır bu,
Bilmem ki, yakın mıdır zevâlim?
Çık Fâtıma lahddan kıyâm et,
Yâdımdaki hâline devam et,
Ketmetme bu râzı, söyle bir söz,
Ben isterim âh, öyle bir söz…
Güller gibi meyl-i ibtisâm et,
Dağ-ı dile çare bul, merâm et:
Bir tatlı bakışla, bir gülüşle,
Eyyâm-ı hayatımı tamam et.
Makber mi, nedir şu gördüğüm yer?.
Ya böyle revâ mı câ-yı dilber?..
Bir tecrübedir bu, hiledir bu..
Yok, mahvıma bir vesiledir bu..
Bak bak, ne değişmiş ol semenber!..
Gül çehresi, bak, ne yolda mugber…
Nefrin, bu siyah bahta nefrin,
Feryâd bu hale tâ-be-mahşer..
Yarab, bana bir melek ıyân et,
Bir de beni öyle imtihan et:
Doğsun göreyim o mâh yerden,
Nûrun çıka ey İlâh yerden.
Maksûd-ı hayatı dermiyân et,
Ferdâ-yı beşer nedir, beyân et!.
Ya fikrimi rûhuna kıl isâl
Ya rûhumu hâkine revân et.
Derdoldu mukim, çâre gitti,
Guyâ vatanım kenâre gitti;
Ben gurbet-i dâimide kaldım,
Bir türbe-i bi-ümide kaldım.
Ufkumdan o mâhpâre gitti,
Bir matla’-ı şeb-nisâre gitti…
Gördüm yüzünü misâl-i zulmet,
Matla’ ona bir sitâre gitti…
Gördüm yüzünü türâb içinde,
Geldim, aradım kitab içinde.
Bir hâb gelir o, dideden dûr,
Gitti diyemem mezara ol nûr.
Bu sıfr nedir hisâb içinde?.
Erkam ona inkılâb içinde.
Bir hiçi-i zi-vücûd, yahut,
Bir kabrdir ıztırâb içinde.