Türkiye, Körfez ülkeleriyle yeni dönemde ilişkilerini güçlendirme, sorunları gözden geçirerek ilişkilerini kuvvetlendirme adımlarını hayata …
Türkiye, Körfez ülkeleriyle yeni dönemde ilişkilerini güçlendirme, sorunları gözden geçirerek ilişkilerini kuvvetlendirme adımlarını hayata geçirdi. Önce Birleşik Arap Emirlikleri’yle ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açan Ankara, şimdi de Riyad ile temas halinde.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği ziyaret iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi ve ORDAF Başkanı Prof. Dr. Zekeriya Kurşun konuyla ilgili bir yazı kaleme aldı. Kurşun’un yazdığı makale şu şekilde:
TÜRKİYE-SUUDİ ARABİSTAN İLİŞKİLERİNE YENİDEN BAKMAK
Ünlü Alman filozofu Immanuel Kant, tasavvur ettiği dünya için kaleme aldığı ve yaklaşık iki asır sonra Birleşmiş Milletlerin (BM) kuruluşuna ilham kaynağı olan Ebedi Barış adlı eserinde, uluslararası hukuka referans olacak altı maddeden söz eder. Ebedi Barış için ön şart kabul ettiği bu maddelerin altıncısında Kant, şöyle der: “Savaşan devletler, ileride barış yapılacağında, barışı imkansız kılacak derecede birbirlerine güven duymalarını engelleyecek hareketlerde bulunmamalıdır.”
Kısa bir eser olmasına rağmen bugüne kadar pek çok değerlendirmeye tabi tutulan Ebedi Barış’ın bu maddesi tartışılmayacak kadar açık ve uluslararası ilişkilerde “husumet ve dostluğu daima frenlenebilecek düzeyde tutmanın” zaruretine işaret etmektedir. Diğer taraftan bu yaklaşım dünyamızı esir alan Makyavel’in amaç uğruna her şeyi mubah gösteren yaklaşımından çok daha insanidir.
İLİŞKİLERİN SEYRİ
Son günlerde gerçekleşen Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyaretini de bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Osmanlı asırlarında devletleşme mücadelesi veren Suudilerin isyanlarına rağmen, iki ayrı mecrada seyreden Türkiye Cumhuriyeti ve Suudi Arabistan’ın kuruluşundan itibaren ilişkilerinin -zaman zaman kesintiye uğrasa da- dışa yansıyandan çok daha ileri olduğu bilinmektedir. Ancak Tunus’ta başlayan Arap Baharı karşısında Türkiye’nin aldığı tavır, 2015 yılında Koalisyon güçlerinin Yemen’de başlattığı savaş karşısında Türkiye’den beklenen desteğin gitmemesi ve özellikle 2017’de başlatılan Katar ablukasında doğrudan Katar’ın yanında yer alması, ilişkileri farklı bir zemine kaydırmıştır.
2018’de Türkiye’de gerçekleşen menfur Kaşıkcı cinayeti sonrasında Türkiye’nin cinayeti kanıtlarıyla uluslararası platforma taşıması, ilişkilerin en alt düzeye inmesine sebep olmuştur. Elbette tamamı iç ve bölgesel sorunlar gibi görülse de ilişkilerin kesintiye uğramasında 2017’de ABD’de Trump döneminin başlaması ve Suriye meselesinde Rusya’nın öne çıkması gibi amillerin de olduğu unutulmamalıdır. Dolaysıyla iki ülkenin son yıllardaki ilişkileri, bir taraftan gelişen iç sebeplere diğer taraftan uluslararası konjonktüre rehnedilmiştir.
ZİYARETİN YANSIMALARI
Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Suudi Arabistan’a yaptığı iki günlük
ziyaret hem her iki ülkenin iç kamuoyunun hem de bölge ülkeleri başta olmak üzere dünya kamuoyunun dikkatlerini çekmiş ve birbiriyle çelişen yorumlar yapılmaya başlanmıştır. Elbette bu ziyaretin iki devletin hangi saikleriyle gerçekleştiğini doğrudan bilmemiz mümkün değil. Bu konuda arşivler açıldığında daha doğru fikir sahibi olacağımıza kuşku yoktur. Ancak meselenin Türkiye’de ziyareti onaylayanların kimi “amalı” veya tutarsız izahlarıyla; onaylamayanların “ne hale düştük” serzenişiyle ve Suudi Arabistan trollerinin de “Türkiye muhtaç olduğu için kapımıza geldi” hezeyanlarıyla izah etmek doğru değildir. Aslında bu ziyaret sürpriz değildi. Türkiye’nin son zamanlarda ilişkilerinin kesildiği Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İsrail ile geliştirdiği yeni diyalog bu ziyarete imkan verdiği gibi; Suudi Arabistan’ın Yemen konusunda BAE ile içine girdiği çıkmaz ve bu süreçte İran ile Irak’ta başlatılan görüşmeler de ziyaretin önünü açmıştır. Elbette Biden’ın Orta Doğu politikaları ile Rusya-Ukrayna Savaşı da iki ülkeyi yeniden Kantçı anlayışa yaklaştırmıştır.
KÜRESEL VE BÖLGESEL GELİŞMELER
Son yıllarda dünya yönetişiminde küreselci zihniyetin artık yeterli olamadığı hatta zarar verdiği ortaya çıkmış ve bölgesel ilişkilerin yeniden inşası mecburiyeti doğmuştur. Geçmişte bölgesel oluşumlar da küresel yönlendirmeler ile meydana gelirken, bugün buna ihtiyaç kalmamıştır. BM, NATO ve AB’nin yetersiz kaldığı sorunların çözümünün orta ve uzun vadede olsa bile bölgesel ilişkilerin geliştirilmesiyle mümkün olacağı anlaşılmıştır. Zira küresel güçler Orta Doğu’da mevcut etnik, mezhebi ve siyasi çeşitliliği daima kullanarak bölgesel ittifakların önüne geçmişler ve düşük, orta ve üst düzey çatışmaların sürekli olmasına sebep olmuşlardır.
Gelinen noktada, bölge içindeki farklılıkların gerek coğrafyanın imkanları gerek tarihi müşterekler ve gerekse güncel menfaatler ile tolere edilebileceğini göstermiştir. Bu bağlamda Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail’in bölgeye bakışlarındaki farklılıklara rağmen bölge sorunlarını yine aralarında geliştirecekleri diyaloglar ile çözmeleri, dışarından gelebilecek dayatmalardan daha kolaydır. Burada karşılaşılacak en büyük sorun kuşkusuz dış politikadaki normlardır. Türkiye dışındaki her üç ülkenin ama özellikle Suudi Arabistan’ın normlara dayalı bir dış politikası olmadığı bilinmektedir. Fakat Suudi Arabistan’ın son yıllarda kuruluş felsefesinden uzaklaşıp ulusal bir yapılanmaya evirilmesi, Suud ailesi patronajlığından anayasal monarşinin içselleştirildiği Suudi toplumuna hatta “ulusuna” doğru gitme çabaları, dış politikada da değişimi beraberinde getirecektir. Nitekim bugün yenilenen ilişkilerin geleceği de şekillendireceği unutulmamalıdır.
POZİTİF GÜNDEM BÖLGEYİ ETKİLEYECEK
Diğer taraftan yapılan bu ziyaret, her iki ülkenin ikili ilişiklerini sadece 2015 öncesine taşımayacak, aksine iki tarafın da kazanmasına imkan verecektir. Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin geliştirilmesi sadece iki ülkenin değil, orta ve uzun vadede bölge ülkelerinin istikrarına da yansıyacaktır. İyi tasarlanması ve karşılıklı çıkarlar ve prensipler üzerine kurulması halinde bu ilişki, Türkiye’nin Körfez’deki ağırlığından başka Kuzey Afrika’da da olumlu etkisini gösterecektir.
Bu yeni başlangıçtan Türkiye’nin ekonomik beklentilerinin olduğunda kuşku yoktur. Ancak sadece ekonomiye odaklanacak bir ilişkinin Suudi Arabistan gibi kaygan bir pazardaki sürekliliği tartışmalıdır. Bu açıdan ekonomik ilişkilerin dışında Yemen başta olmak üzere özellikle bölgesel sorunların çözümünde geliştirilecek iş birliği büyük önem arz etmektedir. Türkiye’nin beklentisinin ötesinde Suudi Arabistan’ın da -daha önce Amerikalıların öncülüğünde başlayan ama yarı yolda bırakılan- 2030 vizyonları için beklentilerinin olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır.
Borcu olmayan ve hala petrol üretimi ile dünyanın ikinci büyük şirketine (ARAMCO) sahip ve sürekli talep eden bir tüketim toplumu olan Suudi Arabistan, ayrıca dinamik bir nüfus artışına sahiptir. Türkiye ise son yıllarda büyüyen ekonomisi ve üretimi ile dış ticaretini arttırmaya mecburdur. Bu karşılıklı ihtiyaçlar aynı zamanda sürdürülebilir ilişkileri de besleyecektir. Diğer taraftan Suudi Arabistan’ın özellikle Kral Selman’ın bırakmayı düşündüğü siyasi miras (Âl-i Selman yönetimi) için tasarladığı değişimlerde de Türkiye’nin tecrübesine muhtaçtır. Ayrıca Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin geleceğini belirleyecek en önemli hususlardan birisi de savunma alanında yapılabilecek anlaşmalardır. Bugüne kadar ABD, Çin hatta Rusya’ya bağımlı olan Suudi Arabistan savunma ihtiyaçlarının en azından bir bölümünün özellikle İHA ve SİHA’ların Türkiye’den tedarik edilmesi iki tarafın menfaatine olabileceği gibi, kullanım anlaşmalarının da bölgesel güvenliğe yansıyacağı muhakkaktır.
EKONOMİ VE SAVUNMA ALANINDA İŞ BİRLİĞİ
Bu ziyaretin her iki ülkede farklı değerlendirenlerin aksine bizim gibi ele alanlar da bulunmaktadır. Mesela Suudi Arabistan’ın en güçlü sesi olan Eş-Şarkul Evsat gazetesine bir demeç veren Cazan Startejik Araştırmalar Merkezi müdürü Abdurrahman Ba’şen, ziyaretin iki tarafın stratejik menfaatlerine katkı sunacağı ve özellikle Suudi Arabistan’ın 2030 iddialarını hayata geçirirken yapacağı özelleştirmelerde ve ayrıca Türkiye’nin eğitim ve sağlık alanındaki zengin tecrübesinden istifade edebileceğini beyan etmiştir. Bunlara ilave olarak Suudi yatırımcıların Türkiye’de farklı alanlara yönelebileceği gibi Türk müteahhitlik ve yatırım firmalarının da Suudi Arabistan’da geniş imkanlar bulacağını ilave eden Ba’şen, zor bir dönemden sonra bu ilişkilerin zaruret kesp ettiğini ileri sürmüştür.
Türkiye ile Suudi Arabistan ilişkilerinden etkilenmiş, tarih tezlerimden dolayı hakkında Arapça, İngilizce ve Türkçe kampanyalar yapılmış, kitabı yasaklanmış -ve muhtemelen vize kısıtı olan- bir yazar olarak; iki ülkenin ilişkilerinin geliştirilmesinin ekonomik çıkarların ötesinde hem ikili hem de bölgesel barışa ciddi katkılar sağlayacağına inanıyorum. Bu inanç, celladına karşı duyulan bir sevda değildir. Bilakis Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri benimsediği politikalara bağlılıktır. Türkiye, Suudi Arabistan’ın kurucusu Abdülaziz b. Suud’un Hicaz’ı Şerif Hüseyin’in elinden alması üzerine Mekke’de yaptığı İslam Kongresi’nin baş davetlisi olmuş ve Gazi Mustafa Kemal Paşa, İstanbul mebusu Edip Beyi delege sıfatıyla bu kongreye göndermiştir.
Henüz Suudi Arabistan devletleşmeden 1926 yılında Türkiye, Cidde’de maslahatgüzarlık açmış ve Abdülgani Seni’yi tayin etmiştir. Dahası 1927 yılında Suudi Arabistan-Yemen arasında çıkan ve savaşa dönüşen ihtilafta Abdülgani Seni’yi arabuluculuk için görevlendirmiştir. Nihayetinde, İngilizler bütün desteklerine rağmen henüz Suudi Arabistan’ı bir devlet olarak tanımadan önce Türkiye, o zaman Suudi Arabistan’ın adı olan “Necid ve Hicaz Saltanatıyla” dostluk ve iş birliği anlaşması yapmıştır. Nitekim bazı konuları paranteze alarak, iki ülkenin ilişkilerinin yenilemesini gerektirecek yeterince tarihi referanslar siyasi tarih literatüründe mevcuttur.